Perşembe, Şubat 16, 2006

benzersiz feryad!

farid farjad ile çok kısa süre önce tanıştım. iranlı bir müzisyen. rivayete göre ferid feryad diye okunuyormuş ismi. ismini güzelleştiren bir adam... ferit benzersiz, feryat ise çığlık, haykırmak anlamında. ismine yakışıyor... müziği beni şu birkaç gündür alıp görmediğim yerlere götürüyor. hissettiklerimin resmini notalarla içime çiziyor, kendimi anlamlandırmama yardımcı oluyor. sadece piyano ve viyolonselin birlikteliğinin bu kadar benden olacağını asla tahmin edemezdim. müziğinde hem doğuyu, hem batıyı yakalıyorum. erkan oğur'un yaptığını şimdi farjad yapıyor, içimi aydınlatıyor. üstelik farjad bunu yaparken çok aşina olmadığım sesleri kullanıyor. aslında aşina olduğumu bugüne kadar farkedemediğim sesleri demem daha doğru olacak. izleri takip ediyorum, yolculuktayım, evet!

farid farjad 1938'de tahran'da dünyaya gelmiş. konservatuvar eğitimini tamamladıktan sonra, tahran senfoni orkestrasında çalışmaya başlamış. 1970'lerde orkestradaki yerini bırakıp california'ya gitmiş. bu gidişi iran'daki rejim değişikliğinden sonra dönüşü pek mümkün olmayan bir hale gelmiş. oysa farjad'ın ezgilerinde pers kültürü de var, islam da var. elbette batı yok değil; fakat anlıyorsunuz değil mi demek istediğimi. doğduğu topraklardan aldıkları gürül gürül akıyor.

an roozhaa 1, 2, 3, 4 albümleri ve golha orchestra 1, 3 albümlerinde izini sürebilirsiniz. internetten dinlemek için parsi music sayfasını kullanabilirsiniz. mutlaka bir göz atmanızı öneriyorum, kendisini ele vermesi bilmem zaman alır mı ama anlattıkları için beklemeye de değer!

devamını oku

Çarşamba, Ocak 18, 2006

hissel tercüme

kapılıp gidiverirsin... gidersin öyle. dönüp baktığında geridekiler seni tatmin etmez. hiç etmez hemde! mutsuzsundur fakat "undo-geri al" tuşu yoktur hayatın. undo düğmesi aramaya, hayatı kolaylaştırıcı plug-inlere alışık bir insansan oturur o tuşu ararsın.bulamazsın ve çözümün bu yazıda değil. ihtimalen öyle bir insan değilsindir. değilsen işin içine neşter girecek ki bu yazı ondan ve akan kandan, kalan izden bahsedecek. kan akacak, ben yazacağım. kendi reddimin kısa bir kesiti okunabilecek bu bloga ulaşanlar tarafından. belki hiç bir şey çağrıştırmayacak, belki de kendilerini kesmeye başlayacak okuyanlar. istatistiklere yansıyacak, bakacağım kim hangi sayfada kaç saniye harcamış. hımm deyip düşüneceğim o saniyeler karşısında. bir futbol yorumcusunun söylediği eril bir söz geldi aklıma. eril benliğimin imhası demek ki hala tam olarak gerçekleşmemiş. şöyle diyordu; "istatistik mini etek gibidir. pek çok şeyi gösterir ama asıl olanı vermez." bir söz daha geldi aklıma kadınları seven adam filminden; "etek boyları kısaldığında herkes sevinmişti, oysa ben üzülmüştüm. çünkü artık daha fazla kısalamazlardı."

hiç vücudunuzda bir yeri neşterle açıp, siz uyumuyorken irin boşalttılar mı? cevabınız evetse anlatacaklarımı daha iyi anlayacaksınız. uyuşmuş bölgeden bahsetmiyorum. morfine rağmen beyninize saplanan korkunç acıdan ve derinizden gelen "cırt" sesi sonrasında boşalan cerahatten bahsediyorum. morfinle uyuşmuş, acı çekmemişseniz eğer, anti-depresan alıp depresyondan çıkmışsınız demektir. mutluluk hormonları uyarılır ve mutluluk aklınıza işlenir. hatta nedensiz harika kahkahalar atabilirsiniz anti-depresan alıyorsanız. almıyorsanız ve depresyon belirtileri varsa, depresyondaysanız işiniz pek kolay değildir. ağlama nöbetleri mi ararsın, efendime söyleyeyim donuklaşma, bön bön bakmamı arasın hepsi seninledir. bundan kurtulmak kolay değildir. adım adım hissedersiniz herşeyi.

konumuza dönelim, cerahatin boşalmasına. acıyla birlikte, cerahat akar ve rahatlarsın. cerahatle birlikte kan akar. sen acıya rağmen rahatlarsın, gevşersin. boşalıverir herşey. fakat unutmamak lazım ki "bitmeden bitmez". geride sana yadigar bir kesik kalır. bir yara izi. bu iz daima seninle olacaktır. bir gün cesedin tanınmaz hale gelirse diş kayıtlarınla birlikte bu derin kesik seni teşhis etmeye yardımcı olabilir. sen izi unutabilirsin. aslında ancak unuttuğunu zannedersin çünkü cerahat akan açık yaraların izi mutlaka kalır. sen yoksaysan bile oradadır, çıplak göründüklerin görür o izi.

hayatı yaşarken de bazen insanın zihni iltihap toplar. sivilce gibi küçük şeyler de olabilir ki önemsemeye gerek yok onları. geçerler. fakat diğer yandan büyük iltihaplar olabilir. cerahat içeriye dolar dolar dolar... orada bir müdahale gerekir; çünkü bu bahsettiğim aslında depresyonda olma halidir. uyuşup çıkmayı seçebilirsin, alırsın anti-depresanlarını şen şakrak, güle oyna devam edersin bir süre sonra. bir diğer yandan eline neşteri alıp sen cerahati akıtabilirsin. cerahat akar, kan akar... rahatlarsın. senin gücün olmaz bazen cerahati akıtmaya. birisi kessin, boşalsın zemeberek diye inlersin. birisi kesip akıtıverir işte. keser ve akar cerahat, kanla birlikte boşalır. çok acı duyarsın. manevi bir acı. duyguların ve algıların kamaşır. ekşi mi ekşi bir elma ısırmışsın gibi bir yüzün olur. iz yine kalacaktır, kaçışın yok. o izle barışman lazım, barışmalısın. o izi taşıayacak gücün olmalı. o iz en az parmakların kadar sendendir. o izi tanıdığın, kabul ettiğin gün kendi benliğindeki bir kayayı parçalamışsın demektir. paramparça kayanın tozları uçar gider. o izi kendinden saydığın gün, o ize sebep olan cerahatin nedenini anlamışsın demektir. ona sebep olacak şeyi bir daha tekrarlamaman gerekir ki aynı acıyı duymayasın, bir iz daha eklemeyesin kendine. cerahati boşaltan da o izi kabullenmeli. o izin var olduğunu kabul etmeli ki iki kişi birbirine tekrar dokunabilsin, izleri saya saya sevişebilsin. yoksa "bir muhalif yel eser/ savurur harman gibi"

devamını oku

Pazar, Ocak 15, 2006

yusuf atılgan: aylaklığı öğreten adam

bir gece yarısı trt2'de izlediğim anayurt oteli ile tanıdım yusuf atılgan'ı. ömer kavur'un maharetli ellerinden çıkmış bir filmdi anayurt oteli. gördüğüm en iyi roman uyarlamalarından birisi ve türkiye sinemasının yüz akıdır. bu filme romanıyla hayat veren yusuf atılgan'dı. filmin ardından anayurt oteli'ni alıp okudum. bir süre sonra da aylak adam'ı. yo bu kadar kolay ve sakin geçiş olmamıştı. oblomov okuduğum zamanlardı. hemen her oblomov'u okuyan gibi bende oblomovum derken sık sık ve üleşirken bu duyguları yakın bir dostumla bizde oblomovluk herkeste olandan daha fazla dedik. ta ki aynı dostumla aylak adam'ı arka arkaya hırpalayıp, mealine nüfuz etmeye çalışana kadar.

bizim aklımızda, kurgularımızda olanı yusuf atılgan yazmıştı. bize aylaklığı öğretmişti. aslında aylaklığın bilgisi vardı (eski yunan'daki gibi); ama biz onu dile getiremiyorduk. bize hatırlamamız için bir kitap yazmıştı. hemde 1954'te. romanın 21. yüzyılda geçtiğine ise ben kendi hayatım üzerine bahse girmeye hazırdım fakat kitabın hemen her sayfasında olan alıntılamaya değer özgün cümlelerden birisi romanın yirminci yüzyılda geçtiğini şüpheye mahal bırakmayacak bir biçimde belirtiyordu: "Altlarında, asfaltla kusmuk, işte yirminci yüzyıl." (Atılgan, 1974, s. 122) Evet 1954'te yazılmıştı; ama güncel deniyor ya öyle de değil, hayatın içinden, yanından, altından ve üstünden bir roman aylak adam. yusuf atılgan aylaklığı anlatıyordu, hatırlatıyordu. belki de aylaklık çağlar üstü, zamanın ötesinde bir kavramdır. aylaklığı bundan 200 sene sonra da yine yusuf atılgan'ın satırlarından öğrenmek ve sevmek bence mümkün.

aylak adam'da romanı bana sevdiren bir çok yer var. ama kesinlikle alıntılamak istediğim yer "kuyara ile adako". konunun dışında da olsanız düşünmenizi sağlayacağını, sizi meşgul edeceğine inanıyorum.

"Bütün çağların trajedisi bu, Ku-ya-ra: "Kumda yatma rahatlığı." A-da-ko: "Ağaç dalı kompleksi." Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini farkettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben "ağaç dalı kompleksi" diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako'yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa fayda etmez. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona." (Atılgan, 1974, s. 188)

kelimelerin belini kırıp kırıp anlatmaya uğraştığım aylak adam bir şehir romanı. eğer yusuf atılgan'ı tanımıyorsanız atılgan'ın da şehirde yaşayan bir romancı olduğunu düşüneceksinizdir. daha doğrusu aklınızdan başka birşey geçmeyecektir, düşünmeye bile gerek görmeyeceksinizdir. oysa atılgan, hacırahmanlı köyünde yaşarken yaparken yazmıştı aylak adam'ı ve keza anayurt oteli'ni. tabi eklemek lazım anayurt oteli bir taşra romanıdır.

yusuf atılgan 27 mayıs 1927'de manisa'da dünyaya gelir. yunan işgali sebebiyle henüz bir yaşlarındayken ailesiyle beraber hacırahmanlı köyüne yerleşir. ortaokulu okumak için ayrıldığı bu köye yıllar sonra dönüp oldukça önemli eserler verecektir. balıkesir'de ortaokulu okuyup, istanbul edebiyat fakültesi'ne gider. maddi problemler yüzünden bir yıl sonra askeri öğretmen okulu'na devam eder. mezun olduktan sonra akşehir'deki maltepe askeri lisesinde edebiyat öğretmenliğine başlar. komünist faaliyetlere karıştığı gerekçesiyle henüz bir yıllık öğretmenken yargılanıp 6 ay hapis ve ordudan ihraç cezasına çarptırılır. cezanın ardından hacırahmanlar köyüne döner ve çitfçilik yapmaya başlar. annesinin çok sevdiği sabahat adındaki yoksul bir kızla 1949'da evlenir. 1952 yılında bir dostuna gelirini yarıya yarıya paylaşmak koşuluyla topraklarını verir. ilk eşinden boşanır ve sadece okuma-yazma ile uğraşmaya başlar. 1955 yılında tercüman gazetesinin düzenlediği öykü yarışmasına kardeşinin ısrarıyla iki öykü gönderir. nevzat çorum adıyla yolladığı evdeki öyküsü birinciliği alırken, ziya atılgan adıyla yolladığı kümesin ötesi öyküsü dokuzunculuğı alır. ancak yusuf atılgan tercüman gazetesinde ısrarla çıkan ilanlara rağmen gidip ödülünü almaz. 1958 yılında aylak adam ile yunus nadi roman yarışmasına katılır ve ikinciliği alır. bu sefer ortaya çıkıp 5000 liralık ödülünü alır ve köyüne döner. bu yarışma sonrasında edebiyat dünyasındaki insanlarla mektuplaşmaya başlar ve çevresi genişler. 1973 yılında anayurt oteli'ni yayınlar. serpil gence adındaki genç bir tiyatrocuyla 14 sene yazıştıktan sonra onunla evlenip istanbul'a yerleşir. can ve milliyet yayınlarında çalışır. ken bynes'in toplumda sanat eserini türkçeye çevirir. 9 ekim 1989'da canistan romanını bitiremeden moda'daki evinde geçirdiği kalp krizleriyle hayatını kaybeder. canistan daha sonra yky tarafından basılmıştır. fatih özgüven'in de dediği gibi "en iyi yarım kalmış roman"dır.

yusuf atılgan yaşadığı dönemde yazdıklarına ilişkin pek olumlu eleştiri almamıştır. onu "meselesi olmayan bir yazar" olarak tanımlamışlar, görmezden gelmişlerdir. atılgan'ın romanlarına geri dönüş ömer kavur'un anayurt oteli'ni sinemaya uyarlamasıyla gerçekleşmiştir. filmden sonra tekrar okunmuş ve kimileri hakkını teslim etmiştir. örneğin, anayurt oteli'nin ilk yayınladığı sıralarda romanı yerden yere vurup, roman için "müstehcen", yusuf atılgan içinse "ihanet içinde bir edebiyatçı" diyen selim ileri, yıllar sonra sözlerini almıştır. bu açıdan bakarsak yusuf atılgan'ın çağının ötesinde yazdığını söyleyebiliriz.

üzücü olan edebiyatla okur düzeyinde ilişki içinde olan kimi insanların yusuf atılgan ile tanışmamış olmalarıdır. yine üzücüdür ki yusuf atılgan'ın henüz başka dillere tercümesi yapılmamıştır. kendi fikrime göre atılgan'ın aylak adam romanı, camus'nün yabancı eserinden geride değildir. sevindirici olan ise özellikle 1990'dan sonra yusuf atılgan ve eserleri üzerine daha çok söz söylenmeye, fikir üretmeye başlanmasıdır. özellikle atılgan ile tanışan genç nesil onun eserlerine yönelmekte ve izini sürmektedir. burada söz etmeden yapamayacağım aylak, yusuf atılgan'dan esinlenerek, yola çıkılarak oluşturulmış oldukça önemli bir öykü dergisi. umuyorum ki ilerleyen zamanda atılgan ve eserleri daha çok kişiye ulaşılır, onun izini sürenlerin sayısı artar.


yararlanılan kaynaklar:


  • eser poyraz, aylaklığın sanatını yapan adam, aylak, nisan mayıs 2005, 17-21
  • perşembe grubu, yusuf atılgan'a armağan kitabı, istanbul: iletişim yayınları, 1992
  • yusuf atılgan, aylak adam, istanbul: bilgi yayınevi, 1974

ilgili bağlantılar:


devamını oku

Cuma, Ocak 13, 2006

----- yazı----------
----------tura-----

"gaziyim ben kelepçe yok"

filmden çıktığım anı hatırlıyorum. yere basmıyor, yürümüyordum. bedenim hareket etmiyordu. bir anda aklıma yüklenenleri sindirmeye gayret ediyordum. uğur yücel beklediğimin ötesinde bir film yapmıştı. "gaziyim ben kelepçe yok" sözü memedin kitabı'na doğru götürüyordu. algıları yıkmak için yola çıkmamış ama insana ve bir şeylere tokat atan bir filmdi. tokat gibi çarpıyordu, yürüyemiyordum. sarsılmıştım, irkilmiştim ve fazlasıydı. insana ve insanın öykülerine tersten (aslında düzden) bakmak sarsıcıydı. ustaca işlenmişti, oyunculuklar iz bırakmıştı. filmin müzikleri erkan oğur'un elinden çıkmıştı, inanılmazdı inanılmaz! içime akıyor, içimden akıyordu...

yazı tura'ya yöneltilen eleştirilen başında çok fazla olayın bir filmde işlenmesi vardı. buna her konunun bence hakkını vererek işlendiğini düşündüğüm için katılmıyorum. fakat benim katılmadığıma seyirci katıldı sanıyorum ki gişede pek fazla rağbet gören bir film olmadı. buna karşın katıldığı hemen her festivalde "en iyi film" oluverdi.

filmin ilk kısmında olgun şimşek karşımıza çıkıyor. içine giydiği milli takım forması, belindeki tabancası ve protez bacağıyla simgelediği herşeyi ters çeviriyor. "korkuyorum anne" deyip gözyaşlarıyla annesinin kucağında yatıyor; ama haykırıyor "ben bu bacağı sizin için kaybettim lan! ben sizin için savaştım!" kimle savaştı? düşmanla. düşman kim? göğsünde resmini taşıyan unutulmayan sevgili. (filmde bir kurgu hatası yoktu. yanlışlık başka yerde!)

kenan imirzalıoğlu ikinci kısımda karşımızdaydı. kulağının dinmeyen ağrısını uyarıcılar ile geçiştirmeye çalışıyor, köprüaltlarında ağlıyordu. hayatı başkaları gibi kavrayamıyor, kavradığı yeri de bırakmamak için mücadele ediyordu. kelepçelemeye gelen polislere "gaziyim ben kelepçe yok" diyerek aslında anlamak isteyene çok fazla şey anlatıyor.

bu filmle birlikte homofobiye de kapı aralandı. kıbrıs sorununu insanların gözünden sinemaya taşıyan da yine yazı tura. cüretkar bir film ve uğur yücel'in dediği gibi "filmden sonra da seyirciyi rahatsız etmekten korkmayan" bir film.


filmde yer alan her oyuncunun hakkını vermek lazım. uğur yücel'i de bu kadroyu bir araya getirdiği için kutlamak gerekli. senaryodan, kurguya gelene değin her bir kare için varını yoğunu ortaya koyup türkiye sinemasının en önemli filmlerinden birini çekmiş uğur yücel.

tamamen başka bir yazının konusu aslında uğur yücel ama birkaç söz söylemeden de geçmek istemedim. üç filmle aklıma geliyor eskiye dair. muhsin bey, milyarder ve arabesk. fimografisine baktım şimdi birkaç film daha var. kendisini beğenmiyor, oyunculuğunu beğenmiyor. kapanıyor ve duruyor... eşkiya'ya kadar... eşkiya'dan sonra yine suskun... kameranın arkasını seviyor, deniyor. yeni sinemacılarla birlikte gemide ve lalelide bir azize filmlerinişn müziklerini yapıyor. ikinci bahar'ın ekibini kurduğu gibi ilk yönetmeni de yine uğur yücel. tabi sahalara döndü. eskisinden daha kuvvetli bir dönüş. bu apayrı bir yazının konusu... yazı tura'da tüm birikimlerini ortaya koyup bir film çekti. kazandıklarını, öykülerini, gözlemlerini. büyük bir riskti bu. maddi getirisi asla garanti edilemiyor, bunun yanında filmin başarısı da asla garanti değil. kötüyse ilk sinema filmi kötü olan bir yönetmen olmak... ama kendinden emindi. "bundan sonra sadece sinema var" diyordu film vizyona girmeden. ve kolları çoktan sıvadı bile ramon için!

ilgili bağlantılar:

yazı tura'nın resmi sitesi
yıldırım türker'in film hakkında yazısı
beyazperde.com'un yazı tura sayfası



devamını oku

ahmet inam ve onun düşündürdükleri üzerine

ahmet inam'ın ziyaret etmeden yapamadığım web sitesi üzerinden ahmet inam'a değinerek, ahmet inam hakkında ve aslında başka şeyler hakkında bir yazı bu.

tüm yazdıklarına bire bir katılmıyor olsam da, "güzel insan" olduğunu belli etmesi, yaşam üzerine kafa yorması yetiyor çoğunlukla. özgeçmişinde gördüğüm "elektrik mühendisliği" diplomasından sonra felsefe doktorası yapmış olması bile onu sevmeye bir sebep. felsefe ile uğraşmak istemiş, mühendis diplomasına sahip olması mühim değilmiş bunu anlamış. işte bu bile sevmeye yeter bir sebep.

beni irikilten bir cümle vardı. bir dostumla irinlerimi paylaştığım sıralarda okuduğum bir yazı... şöyle diyuordu; "Dostum yaralarımı irinlerimi, sümüğümü, dışkımı paylaşabildiğimdir. Karşılıklı, çirkinliklerimizi tartışıp, güzelleşmeye uğraştıklarımız." (Çirkinlik) İnsanın kendi içindeki irinleri, pislikleri bir başkasıyla paylaşabilmesinin ne denli güzel ve aslında ne denli dönüştürücü olduğunu bu iki cümleden daha iyi iki cümleyle anlatmak imkansızdı.

yine öyle okuduğum bir gün bir başka cümleler takılıverdi gözüme.

Mesela sen nerdesin? Sevgilisin ya nerdesin? Köşe bucak kaçışınla cehennemin diblerine. Uzak telefonlarında soluk soluğa. Sesini duyar duymaz hapşırıyorum. Çiçek tozusun. Beni yapayalnız koyan çiçek tozu.

Mesela sen kimya kitabında olamazsın. O bilimmiş. Nesnelmiş. Sen dilimin ucunda sıcak soluğuma kulağını dayayan bir öznel hatmi çiçeğisin. Mesela sen felsefede falan da olamazsın. Orada akıl var, kavram var, tartışma var, hesabını verme var. Sen hesabımı görensin. Silme sevgilisin. Pırıl pırıl, çağıl çağıl, alnımda, damarlarımda fır dolanan. (Mesela Sen)

insanın aşkı bilmesi, sevgiyi yazabilmesi önemlidir. yazamayan, bilmeyen adam değildir diyeceğim ya olur da bir gün yazarsa adam olur diyeceğim ama kalp kırarız bakarsın demeyeyim.

ahmet inam yazmıştı, ben okuyordum yine, okumaya devam ediyorum... "Şiir bir yurt tutma işidir, Heidegger’e yakın anlamıyla: Bir oikêsis dir. Yâriyle yurt tutar insan. İçindeki dışındaki yâriyle. Yâr şiiri besleyen bir erktir, güçtür, enerjidir. Erôs’tur, libido’dur, wille’dir. Yâr, küreye yuvarlanmış insana cinsel nesnedir, yatak arkadaşıdır. " (Şiir, Şiir, Şiir) şiiri insana yâr göstermek; şiiri kendi dediği gibi özümsemeyi gerektirir. ve ne güzel evet "insan yâriyle yurt tutar". sevgili insanın memleketi olur. yattığın yatak, soluk aldığın şehir, oturduğun bank, içtiğin kahve memleketin oluverir. "benim yerim senin yanındır" demektir bu. memleket neresiyse orası senin yerindir. sevgili memlekettir... yersiz-yurtsuz insan sevgiliyle bir yere-yurda işte bu yüzden sahip olur.

İçim yok. Bulsam. Dışıma çıkacağım. İçimdeki ayna bir uçurum. İçime düştüğüm için çıkamıyorum dışıma. Dışımdaki biçime. İnsanlara. Yüzlere. Nasıl bakıyorum yüzlere? Doğru ürküye. Korkuya. Kalakalmaya. Afakanlara. Basmaya. Kendime. Kendimi. Kendimin saklandığı mağarayı basıp, kendime çıkmaya. Kendimin yüzüne bakmaya. Kendimlerin yüzüne bakmaya. Kendime merhaba demeye. Kendimin inadını yenmeye. Kendime yalvarmaya. "Çık içimden." Çıksa içimden yeni bir içe girer. Ondan çıksa bir öteki içe. İç içe içlenmiştir kendim, içimden çıkarsam kendimi göğe salsam. Kuş olsa. Ağaçlara, ormanlara. Sonra köylerin yamaçlarına. Sonra tarlalardaki başaklara. Sonra korkuluklara. Kargalara. Çıksa. Çeşme başından su içse. Su içse, onu biri görürken. O da onu görse. Görüşseler. Karşılaşsalar. Karşılansa. Merhabamız bir insana. Önce o "merhaba" dese. "Buyur" dese. "Tanrı misafiri. İnsan yolcusu. Hoş geldin." dese. Korkmasa. Korkmasam. Okşasa. Başımı. Okşasam Birlikte dayasak ağızlarımızı iki ayrı kurnaya. Sular gürül gürül aksa içimize. Sular buluşsa iki ayrı için suları. Karışsa birbirine gürül gürül aksa.
...
Çıktım. Vardım. Öptüm. İçim dışım sevgili. (Ürkü)

özleneni anlatıyor, içinden geleni... bu cümlelerin sırrına ermeli. mutlaka anlamalı ve hatta göğsüne asmalı insan. içine kazımalı bu cümleleri. bunların yaşattığı hissi unutmak, insan soyunun kişide ölümü olacaktır. o his... benim kelimelerim yetmiyor. paragrafı tekrar okumalı, tekrar okumalı!

tempo dergisinde de yazıyor ahmet inam. daha hafif yazılar belki, olsun. 1 ytl benim için kıymetli, tempo alıp okumuyorum; ama internet üzerinden zaman zaman takip ediyorum. aklınızda bulunsun...

çağımızın filozofu diyorlar ona. olabilir... bir sıfat getirmeye de ihtiyaç duymuyorum. düşünen olduğuna elbette itirazım yok.

sözü daha fazla uzatmayalım. kendiniz keşfedin ahmet inam'ı!

ilgili bağlantılar:
ahmet inam'ın sayfası
tempo dergisi

devamını oku

"ehline helaldir"

kötülükler öksüzdür. anası yoktur onların. kötünün müsebbibi, hatta anası içki değildir. rakı hiç olamaz. rakı içen kötüler olduğu gibi içmeyen de kötüler vardır. kimisi içip içip kötülük yapar, yapmaz diyemem. ama suç içilende midir? öyle demek haksızlık olur, ayıp olur...

içmeyene de zorla içirecek değiliz ya... zaten harabi'nin dediği gibi "ehline helaldir". ağzıyla içene...

İçeriz Şarap

Ey zahit şaraba eyle ihtiram
Müslüman ol terk et bu kilükali
Ehline helaldir na-ehle haram
Biz içeriz bize yoktur vebali

Sevaba girmek çün içeriz sarap
İçmezsek oluruz duçar-ı azap
Senin aklın ermez bu başka hesap
Meyhanede bulduk biz bu kemali

Kandil geceleri kandil oluruz
Kandilin içinde fitil oluruz
Hakkı göstermeye delil oluruz
Fakat kör olanlar görmez bu hali

Sen münkirsin sana haramdir bade
Bekle ki içesin öbür dünyada
Bahs açma Harabi bundan ziyade
Çünkü bilmez haram ile helali

Harabi


Eskiler Alıyorum

Eskiler alıyorum
Alıp yıldız yapıyorum
Musiki ruhun gıdasıdır
Musikiye bayılıyorum

Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip
Musikiler alıyorum

Bir de rakı şişesinde balık olsam

Orhan Veli Kanık


Abbas

Haydi Abbas,
vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Cahit Sıtkı Tranacı

devamını oku